SON DAKİKA
Reklam yükleniyor...
Ana Sayfa//Alperen Eğitimci Dr. Erol Ülgen'in Ahmet Kabaklı Anısına Yazdığı Kitap ve Çocukluk Anıları

Alperen Eğitimci Dr. Erol Ülgen'in Ahmet Kabaklı Anısına Yazdığı Kitap ve Çocukluk Anıları

Azîz Dost Ahmet Kabaklı’ya Gün o gün, belli değil suçlu, haklı, Gönlünde sevgiden bir umman saklı. Kabak tadı çoğalan bir dünyâda Halis altınsın, dost AHMET KABAKLI Vuslat,deminde Molla Hünkâr Pîr’in, Can dostlara bir d…

Alperen Eğitimci Dr. Erol Ülgen'in Ahmet Kabaklı Anısına Yazdığı Kitap ve Çocukluk Anıları
Reklam yükleniyor...
Azîz Dost Ahmet Kabaklı’ya Gün o gün, belli değil suçlu, haklı, Gönlünde sevgiden bir umman saklı. Kabak tadı çoğalan bir dünyâda Halis altınsın, dost AHMET KABAKLI Vuslat,deminde Molla Hünkâr Pîr’in, Can dostlara bir destan sundun, şirin… Cenab-ı Hak ömrün uzun eylesin Sevgi, saygı ya Şeyhü’l muharririn” Feyzi Halıcı TYB Konya Şubesi’nin Eylül ayındaki programlarından biri de “Yazarın Aynası” programı kapsamında Türk Edebiyat ve fikir dünyasının öncü isimlerinden “Alperen, eğitimci, gazeteci, edebiyat araştırmacısı, son Şeyhü’l Muharrirîn Ahmet Kabaklı’nın anılmasıyla gerçekleşti. Bir vefa selamlamasıydı aynı zamanda. Onun hakkında bir kitap yazmış ve ESKADER ödülü alan Dr. Erol Ülgen, bu müstesna şahsiyetin hayatını, bilinmeyen yönlerini bize anlattı aydınlattı. 2025 Aile Yılı’ndayken; Üstadın çocukluğu, ailesi muhiti, verilen terbiye bilhassa dikkatimi çekti. Onun köklerine, uyanış ile istikametine, kişiliğine de ışık tutuyordu. Şimdi Sayın Ülgen’in yazdığı “Son Şeyhü’l Muharrirîn AHMET KABAKLI” isimli seçkin eserinden, çocukluğuna dair sevdiğim bazı bölümleri sunmak istiyorum. Ahmet Kabaklı’nın çocukluğu ‘İslamiyet’in, ilmin, kültürün beşiği’ olan Harput ve yürüyerek iki saatte gidilen Güllübağ’da, yokluk ve yoksulluk içinde geçmişti. Mesela o devrede bir cansız ata (bisiklete) sahip olmaktı emeli. Daha yedi yaşındayken, bir maneviyat havasının kuşatmasıyla içtenlikle kendisindeki peygamber sevgisinden şöyle bahsediyordu: ‘Yedi yaşında idim… Nezihe adındaki kıza arkadaşım, bir gün bana Kurân’ın ‘Arapça’ Hz. Muhammed’in de ‘Arap’ olduğunu söylemez mi? Çocukluk işte. Konuşuluyor ya o bilmem kimden duymuş, ben ilk defa işitiyorum. Kızcağız bu sözleri söyler söylemez, ben üzerine atılıp döğmeye başlamışım… Bakınız: Haz. Muhammed hayalim, nasıl bir hasret, evdeş bir sevgi, bir baba yakınlığı ve özleyiş içinde ki (Arap milletini falan tanımadığım halde) O’nun başka bir soydan diye anılmasına katlanamıyorum. O’nu kıskanıyorum.” (s. 30) İki yaşındayken babasını kaybeden Küçük Ahmed’in üzerinde genç yaşta evin bütün sorumluluğunu yüklenen annesi Münire Hanım’ın etkisi yüksektir. Onun anlattıkları arasında en çok da masalları ve destanları sever. Çocuklar için yazdığı ‘Ejderha Taşı’ adlı kitabında Güllübağı ve yol üzerindeki tepede, önünde durdukları dev gibi kara olan bir taşın hikâyesini annesine anlattırır: Oğlum şu gördüğünüz kaya vaktiyle ejderhaymış, yanındaki küçük kaya da yavruları. Meğer bunlar Harput’u yutmaya geliyorlarmış, halk korkmaya başlamış, dualar edilmiş. Temiz yürekli, ağzı dualı, okumuş, Allah’a yakın insanlar, Süt Kalesi’nin mescidine çıkmışlar, hep bir ağızdan bu canavardan kurtulmak için dua etmişler. Annesi çocuklarına döner siz siz olun bu yerlerde vatana, millete kötülük etmeyin, taş kesilirsiniz, çocukların korktuğunu anlayıp üzülen Münire Hanım, sakın korkmayın kötülük yapanları Allah cezalandırır, Rabbim sizi korur, der ve çocuklarına sarılır” Annesinden dinlediği ‘Gül ile bülbül’ün aşkı hikâyesi ve yakın akrabaları ‘sevgi deryası’ diye tanımladığı Sündüz Hanım’la ilgili hatırası da ilginç: “…Harput yakınında, buzluk civarında, ‘Güllübağ’ derler bir bağımız var. Onlar iki kadın… Babam ölmüş, biz üç yetim ki en kabadayımız, beş yaşında üç oğlan. Anam daha genç, Sündüz Hanım kâmilce. Anam anlatıyor:- Her sabah, gül mevsiminde ama her sabah, daha tan yeri atarken kalkar, bağımızın (büyük meyve bahçesi) alt tarafında, elmalık ve meyve ağaçlarıyla üstü âdeta kapalı gibi bir dere var. Sırtına bir çarşaf alıp sayısız gülfidanları bulunan o dereye gider. Ama güller daha açmamış. Eli kulağa atıp mayalar, türküler söyler. Nihayet güller açar, o da çıkar gelir. Bir neşe, bir ferahlık içinde. Namazını o arada kılar. -Niçin her sabah gidiyorsun, diye sorar anam: -Yavrum der, ‘Bize derlerdi ki, erken saatlerde bülbül gelirmiş, gülün dalına konar ötermiş, gül de anca o zaman açarmış. Her sabah onu görmeye gidiyorum. Ama göremedim… Bilmem gözümün bozukluğundan mı? Fakat bülbülün gül dalında öttüğünü ve gülün ona karşı açıldığını bir gün, herhalde göreceğim. Hâlâ gördü mü, görmedi mi? Ama meçhul. Fakat çoktan toprak olmuş o rahmetli kadının duygu ve inancı ne kadar sarsıyor insanı… İnançla folklor karışarak ona avuntu ve meşguliyet oluyor. Ne kadar şiirli hayat”(s. 33-34) “Hatıralarından örülü Ejderha Taşı adlı eserinde, ilk uzun yolculuğundan bahseder: “Beş altı yaşlarında, anam ve dayım ile eşek sırtında yaptığım ilk yolculuk, bende hâlâ aşılmaz ve ulaşılmaz duygular uyandırır. Seyahatimin unutulmaz heyecan noktası: Murat Irmağını geçmekti. Sağlam kaleli Pertek’e ve oradan Tunceli’ye gitmiştik. Zahmetli olduğu kadar harikalı yolculuktu… Yeryüzünde ‘ırmak’ denilen büyüleyici varlığı o seyahatimde gözlerimle görüp tanıdım… Usulcacık ayağımı daldırıp, sonsuzluğa eş, ılık bir su olduğunu anladım… Yine nehir üzerinde, yıkık da olsa, bir köprünün ihtişamını o yolculukta kavradım… Bizim oralarda ‘kelek’ veya ‘gemi’ denilen bir sal’a binip ırmağı geçmek çocuk yaşımın büyük maceralarından birisi oldu.” Üstadın çocukluğunda yöreye ait oyunlar içinde ‘Ay Tutmaca Oyunu’ da vardır. Göğe bakmayı unutmaz, fark etmesek de en son varılacak yer o durakla alâkalıdır ne de olsa: “Çocukluğumuzun mehtaplı gecelerinde Ay tutmaca oyunu oynardık. Dağlı, tepeli bölgelerin çocukları hep oynamışlardır ve hâlâ oynuyorlardır sanırım. Yusyuvarlak, güler yüzlü Ay hanım gelirdi, gövdesini karanlığın fistanında iyiden gizlemiş, yalnız güzel çehresini, bağ evimizin üstündeki sırlı tepenin uysal yuvarlağı üstüne dayamış, bize bakar dururdu. Yanağından sızan ışıklar, oturmakta olduğumuz Üçleme cevizin altına kadar gelip kanımızı nurlandırdıkça, biz artık yerimizde duramaz olurduk. Kardeşler ve çocuklar kalkar koşardık. Hangimiz daha önce sırlı tepenin uysal yuvarlağına varacaktık? Hangimiz onu ellerimizle tutacak, eşsiz masal sultanını kucaklayıp kaçıracaktık? Belki onu karanlık bağ evimize ışık yapacaktık, belki de masal güzelliğinde kendimizi kaybedecektik. Çocuklar hep güzele, iyiye doğru koşarlar ya, sonunun ne olacağını bilmezler… Ama yazık! Biz koşardık, tam da sırlı tepenin yuvarlağına vardığımız sıra, bakardık. Vefasız masal güzelimiz çok daha ötede, yüksekte, bizim artık ulaşmayacağımız uzaklıkta bir vahşi dağ zirvesi üstüne çenesini dayamış, yine öyle, ‘gelin yakalayın’ der gibi bakmıyor mu? Biz, sevilen ve çok istenen olağanüstü şeye ulaşmanın asla kolay olmadığını, o küçük yaşımızda, Ay hanımın oyunbozanlığı ile anlayıp sezmiş olurduk. Varılan her ufuktan sonra, daha büyük ve çileli bir ufuk mesafesi başladığını görür, hayal kırıklığına uğrardık.” İlkokul öğrencisi iken, unutulmaz bir ders alır Şeyhü’l Muharrirîn: “Çocukluğumun geçtiği taşra şehrinde idi. Biz, okul öğrencilerini bir gün Halkevi’ne topladılar. ‘Terbiye ve görgü’ üzerine iki üç bilgin kişi konferans verecekmiş. Çocuk gözümüze çok heybetli görünen adamlar konuşmaya başladılar. Biz bir şeyler kapabilmek için yalnız gözlerle kulakları değil hatta ağzımızı bile açmış dinliyorduk. Bir patırtı oldu birden. Söylevcilerden daha iri bir adamın kürsüye doğru yürüdüğünü yumruklarını sıka sıka, bağıra bağıra bazı sözler harcadığını gördük. Bu pervasız söylenişi, kürsüdeki adam daha keskin çıkışlarla savmaya çalıştı, ama faydasız. Bir de baktık ki iki bilgin kapışıyorlar. Masaya inen yumruklar şiddetle yansıyıp suratlara çarpıyor. Aman Yarabbi! Korkumuzdan ağlamaya başladık. Aramızdaki bazı iri çocuklar koşup: - Yapmayın efendim! Ayıptır… Yakışmaz size… gibi yumuşatan lâflarla bilginleri ayırmaya çalıştılar. Çocuklukta aldığım o görgü dersini hiç unutamam.” (sf. 39) Hâlbuki bu ve benzeri meseleler çetrefilleşerek devam edip gidecektir. Önceden denemeleri olup, sonradan şiiri bıraksa da, bazı memleket sorunlarına, kimi bilginlerin(!) çapına, yozlaşmış aydınların durumuna mizahî bir şiirle dokunacaktır Ahmed Hoca: “Çıktı prof. Ankara’nın düzüne Rahmet düşmez oldu kuru yazına Parmak attı kız, kızanın gözüne Dehşet geldi ördeğine kazına Arslan benim Karacübbe prof’um Zirzop, delifişek ve beyni kofum. İlim hukuk safsataya yarışır Anarşide, Maocuyla yarışır Yürüyüş prof’a ne de yakışır “Özerk” in işine kim ne karışır Çıkma prof. Anıtkabir düzüne Atan parmağını sokar gözüne Prof. gezer Molotoflu naz ilen Sol yanında güruh güruh kaz ilen Böyleleri ıslah olmaz söz ilen Ateşini söndürmeli buz ilen Anayasa ile zinâ ne gerek Prof. değil bu seninki engerek(…) İğrendirdin sana ‘hocam’ diyeni Çöplüklere döktün ilim ile fenni Bütün gayretlerin para dümeni Haydut yetiştirdin tüm talebeni….” (sf. 203) Arka kapak yazısından “Ahmet Kabaklı’yı yakından tanıyanlar ve sevenler, öğretmen kimliği ile doğruları anlatması, edebiyatçı kimliği ile Türk dilinin korunması ve yaşadığı geliştirilmesi için yaptığı yorulmak bilmez mücadeleden dolayı Kaşgarlı Mahmut’a, hukuk adamı ve yazdığı yazıları ile halka dürüstlüğü anlatmasıyla Yusuf Has Hacib’e, sevgi yüklü olmasından dolayı Alperen’e, uzun yıllar içinde ve zor şartlar altında elde ettiği bilgi birikimi ve otoriter yönüyle Dede Korkut’a, gazeteci kimliğiyle dünyanın neresinde Türk varsa gidip onların dertleriyle hemhal olması sebebiyle dervişe, gaziye akıncı beyine, her çağrılan yere gitmesi, gittiği yerlerdeki gördüklerini, anlatılanları yazıp okuyucusuyla paylaşması yönüyle de Evliya Çelebi’ye benzetmişlerdir. Ahmet Kabaklı, ömrünün ellibeş yılını Türk milleti adına çok çalışarak, inandığı gibi yazarak ve öğreterek geçirir. Bu zaman içinde acımasız saldırılara uğrar, önüne çıkarılan engelleri daima sağduyusu, aklı, cesareti ve zengin bilgi birikimiyle aşar. O yazılarında daima yazar ve vatandaş sorunluluğu ile Türk halkını uyarır ve bilgilendirir ve ilgilileri uyarır.”( Erol Ülgen, Son Şeyhü’l Muharrirîn AHMET KABAKLI, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı Yayınları, 2003) Erol Ülgen Beyefendiye güzel eseri için teşekkür ediyor; değerli Şairlerimizden merhum Feyzi Halıcı’nın yazdığı bir şiirle yazımı noktalıyorum. Allah rahmet eylesin, mekânları Cennet olsun: Sevecenlikle haşır neşir, insan aklı, Tekmil kaderimiz levhi Mahfuz’da saklı, Sonsuzluk âlemine uçtu kanat kanat, Huzur içinde, ölümsüz Ahmet Kabaklı”
Reklam yükleniyor...